Osman'ı özlüyoruz

Evimizin ve hayatımızın bir parçası olan balığımız Osman artık bizimle değil L 2 yıldır bizimle birlikte olan Osman’a aslında ne kadar çok bağlandığımızın dün daha çok farkına vardım. Akşam fanusun içinde öylece yatarken görünce öldüğünü anladık ve bir hüzün çöktü içimize birdenbire. Fanusunda bulunan taşlardan bir tanesini de yanına alarak Osman’ı sitemizin bahçesine gömdük kocamla birlikte. 

İnsan nelere ne kadar çabuk bağlanıyor, ne kadar çok anlam yüklüyor aslında. O’nun da bir canlı olduğunu düşündüğümde üzülmem normal ama göz yaşlarımın süzülüp akmasını engelleyemeyecek derecede mi emin değilim? Şimdilik boş fanusa baktıkça Osman’ı özlüyoruz ama düşünüyorum da tek üzüntümüz de bu olsun, başka bir şey olmasın.

2 yıldır boşuna KOCAM demiyorum :)

Eşim olma, kocam ol! Bakma daha ilkel durduğuna sen, ruhu vardır kelimelerin. "Karı-koca" "eş"ten daha çok şey anlatır. Hatta belki bize unutulmuş bir şeyi söyler.

Sahi biliyor musun? Neden erkeğe "koca", kadına da "onun karı" demiş eskiler?

Eşim değil kocam ol! Kedilerin eşi olur, terliklerin de... İnsanın eşi olmaz. Bir ömür eşlik ediyor diye mi sevgiliye eş denir? Eşlik etmek yeter mi? Fazlasını beklemez mi insan yarinden?

Çünkü "koca" bilge demektir, yüce demektir. Koca demek dağ demektir. Ve ne kadar yüce olursa olsun, üstünde kar olmayan dağ eksiktir. Dağların yücesinde kar yağar diye kadına da "kocanın karı" demişler.

Bakma şimdi evlenenerin "karı-koca" ilan edildiğine "koca ve onun karı" olmalıdır aslında. Yani yüce bir dağ olmalı adam. Kar gibi pak ve masum olmalı kadın. Örtmeli ve bir ömür süsü olmalı dağın. Çünkü üşür tepesinde kar olmayan dağ, ne kadar yüce olursa olsun, yarım görünür...

Eşim olma kocam ol! Bana benzemeye çalışma sakın. Bana benden lazım değil bir tane daha. ama unutma ki sensiz yarımım. Her zaman söylemem ama sen anla.

Eşim olma kocam ol, beni tamamla!

Birlikte daha nice yıllara kocam!!!

Kıbrıs: Girne kalesi

Tarihi bir mekanda kale gezisi yapmak olmazsa olmazlar arasında. Girne Kalesi, Girne'de ilk ziyaret ettiğimiz ve güneşin altında saatlerce gezdiğimiz yerler arasında. İlk bakışta Bozcaada Kalesi'ne çok benzettim çünkü deniz kenarına kurulmuş süper manzaralı bir kale. İçeriyi gezdikçe daha geniş ve farklı olduğunu anlıyoruz.
 

Uzun uzun anlatmadan hemen kale içerisinde değişik gördüğümüz kısımları aktarayım. Kaleyi gezerken her şey çok normaldi ta ki Lüzinyan dönemi zindanlarına gelip zindancı başını şarap içerken görene kadar.

Kıbrıs: Kapalı Maraş: Hayalet şehir

Kapalı Maraş Kıbrıs’taki en ilgi çekici yerlerden biri daha.  Eğer fırsatınız varsa mutlaka görün hatta kaçırmayın. Fırsatınız varsa dememin nedeni askeri bölge olması ve askeri personel harici girişin yasak olması. Peki biz nasıl mı girdik? Ali’nin Kıbrıs’ta askerlik yapması bizim için büyük şans olmuştu ve arabadan çıkmadan içerde 5 dk gezebilmek için bile çok zor izin aldık. Bölgeye girdiğimizde gördüklerimiz izin almak için dakikalarca dil dökmemize değmişti. Dil dökerken bir an ne diyeceğimizi şaşırıp Ali’nin Eray için emekli albay demesi en saçma bahaneydi :) o yaşta emekli albay görülmemişti herhalde.

Maraş bölgesi Barış Harekatı öncesinde en ünlü yerler hatta en ünlü tatil bölgeleri arasında yer alıyormuş. Şu an ise bunlardan eser yok. TSK ve Birleşmiş Milletler gözetiminde tutuluyor.  Buradaki askerler ve yapraklar haricinde bir hareket yok.

Yollar haricinde kalan her şey 1974 sonrası çürümeye terk edilmiş. Bölgenin sonunda yer alan ordu evine ulaşım için yollar zamana ayak uydurmuş ama diğer her şey o günkü haliyle korunuyor.

Kıbrıs: Kaçakçının mavi köşkü

Kıbrıs’ta bizi en çok etkileyen yerlerden biri olduğu için Kıbrıs anılarımıza Mavi Köşk’le başlamak istedim.

MAVİ KÖŞK, İtalyan asıllı Rum olan Paulo Paolides tarafından 1957 yılında yaptırılmıştır. Paolides Avukat olmasına karşın aslında Orta doğunun en büyük silah tüccarıdır. Aynı zamanda dönemin Kıbrıs Cumhurbaşkanı  Baş piskopos Makarios'un avukatıdır. Avukatlık mesleğini silah ticaretini gizlemek için kullanmıştır. Bu nedenle köşkü kimsenin dışarıdan göremeyeceği ancak her tarafa hakim bir mevkiye yaptırmıştır.

Kıbrıs’ta gezdiğimiz diğer yerlere göre daha uzak olmasına rağmen gitmişken mutlaka görülmesi gereken yerlerden birisi bence.
Dışarıdan hiç kimsenin göremediği ama içerden her yerin görünebildiği köşk zamanın şartlarına göre oldukça lüks ve donanımlı.

2 katlı olan köşkün 13 odası ve her biri ayrı renklerde boyanmış misafir odaları mevcut. Çocuklar için sonradan dizayn edilen sarı renkli oda raylı sistemle dizayn edilmiş.

Japonya'daki raylı sisteme bugün bile ne güzel derken 1957'de bunun uygulanmış olması şaşırtıcı...

Odaların farklı renklerde olmasının sadece ahenk olsun diye olmadığını yemek odasına indiğimizde anlıyoruz. Herkes kendi oda rengindeki masalarda yemek yiyor böylece ev içerisindeki düzen kendiliğinden sağlanmış oluyor.

                         
Havuza bakan odadaki elyaf perdeler perdeyi açana kadar oldukça normal görünüyorlar. Perde açıldığında ise havuzun şırıltısı olduğu gibi içerde. Perdeler nasıl oluyor da sesi geçirmiyor; hele ki o dönemin şartlarında, akıl alır gibi değil.

Köşkün tam ortasında antredeki konsolun üstünde duran heykelin de perdeler gibi ikinci ve yine şaşırtıcı bir fonksiyonu daha var. Heykel, köşkün ağırlık merkezinde duruyor ve en ufak sallantıda uyarı mekanizması görevi üstleniyor. 

Yine o zamanın şartlarında oldukça lüks sayılabilecek klimalar, köşk içerisinde süt havuzu ve bahçedeki havuz lükslüğü simgeleyen ana unsurlardan.


Paolides lükse düşkün olduğu kadar da sanat düşkünü. Köşkün her yerinde orijinal tablolar yer alıyor. Öyle ki odalardan birindeki Meryem Ana tablosu odanın neresinde durursanız durun ayakları, dizleri ve gözleri size bakıyor. Odada baştan başa yürüyüp acaba gerçek mi diye denemek ise biz şaşkın ziyaretçilere düşüyor.

Köşkün bir çok yerinde Paolides’in resmine rastlayabilirsiniz. Her yerde aynı resmi görünce bir insan bu kadar mı megolaman olur demeden edemiyorum.

Her odaya adımımızı attığımızda şaşırtıcı gerçekler / nesnelerle karşılaşıyoruz. Bir odada yer alan günah çıkartma köşesinde ise 7 ayrı görüş açısına sahip bir ayna yer alıyor. Bu ayna ile odanın her yeri kontrol altına alınabiliyor. Maazallah günah çıkartırken birisi dalgınlığından faydalanıp suikast girişiminde falan bulunursa…
Köşkün her yerinde ayrı bir anlam ve akıl almaz sırlar yatıyor. Köşkün içinde oldukça büyülendik, bahçeye çıkalım manzaraya bakalım derken bahçe daha büyülüymüş meğerse.
Bahçedeki bir dilek havuzu var. Havuza sırtını dönüp sol omzundan para attığında tura gelirse dileğinin kabul olacağına inanılıyor. Ya yazı gelirse diye ben dilek tutmaya korktum açıkcası :) dilek tuttuğumuzda istediğimiz bir şeyi olsun diye tutmaz mıyız? Ya istediğim şey yazı çıksaydı, ben bunu göze alamadım ama kocam bir dilek tuttu.


Dilek havuzunu geçtiğimizde ise muhteşem bir manzara bizi bekliyor. Ben manzaraya bayıldım ama buradaki asıl amaç kaçak silaları bu yolla köşke getirmekmiş.

Gelelim bahçedeki en ilginç olaya. Bahçede yuvarlak içine alınmış bir alan var. Sanki tebeşirle öylesine çizilmiş gibi duruyor ilk bakışta. Yuvarlak içinde kalacak şekilde durduğumuzda ve yönümüzü köşke çevirip konuştuğumuzda sesimiz olduğu gibi geri geliyor. Paolides burada mahkeme heyetini etkileyici konuşma provası yapıyormuş. İnanılır gibi değil. Orada ne var da ses o kadar yankılanıyor ve de o küçüçük alan nasıl tespit edildi? Bir kere deniyorum; tesadüftür deyip ikinci kez deniyorum ama bu bir tesadüf değil.
Bahçede bir de yer altında bir odaya inen merdivenler var ama orası geziye kapalı olduğu için göremiyoruz. Gördüklerimiz bize yetip arttı bile.
Paolides ‘in 1974 Kıbrıs Barış Harekatı sırasında İtalya’ya kaçtığı ve 1986 yılında bir mafya toplantısında öldürüldüğü söyleniyor.

Bu gizemli köşke bizi götürdüğü ve gezimizde eşlik ettiği için Ali'ye çok teşekkürler... Mavi köşkün önünde çekildiğimiz fotoğrafı da eklemek isterdim ama maalesef ekleyemiyorum.

Alevli Günler

Ataşehir Belediyesi 2. tiyatro festivalinden bir oyun... Güldüren, güldürürken düşündüren, hayatımızım kabul görmüş gerçeklerini sorgulamamızı sağlayan bir oyundu.


Çocukluktan beri ayrılmamış üç arkadaş, Türk Kültürü Profesörü, mahallenin kasabı ve muhasebeci. Üçü de birbirinden ayrı ama birbirine ölesiye bağlı. Profesör lenf kanseri oluyor ve 3-4 aylık ömrünün kaldığını öğreniyor. İnancı gereği de öldüğünde yakılmak istiyor. Arkadaşları nasıl olur, seni yakmamıza izin vermezler gömmemiz gerek derken profesör yakılmak için ne yapması gerektiğini araştırmaya başlıyor.

Diyanet işlerine gidiyor; nüfus cüzdanında dini islam yazdığı için olmayacağını belirtiyorlar. Nüfüs cüzdanına Şaman yazdırmak için nüfus müdürlüğüne gidiyor, bugün git yarın gel muamalesi görüyor en sonunda da adalet arayıp mahkemeye başvuruyor.

Profesörün ömrü tüm bunlara yetmiyor ve sonunda kara toprağa gömülüyor. Arkadaşlarının son isteğini yerine getirmek isteyen muhasebeci ve kasap kendilerine göre süper bir fikirle soluğu mezarlıkta alıp profesörün mezarını kazıp ölü bedeni kaçırıyorlar.


Konusu değişik ve düşündürücü bir oyundu. ilk perdenin sonlarına doğru sıkılmaya başlar gibi olmuştum ki ikinci perde bomba gibi geldi ve olumsuz düşüncelerimi aldı götürdü. Prosüdürler nedeniyle yaşananların anlatıldığı sahneler Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz'ı andırıyordu sanki.

Cem Davran tahmin etmediğim biçimde başarılıydı ve Erkan Can'ın kadın tiplemeleri de çok komik bir o kadar da şirindi.

Oyunun en akılda kalıcı yanı ise müziklerdi bence.

Üç arkadaş farklı inançları olan insanların kendi inançlarına göre ama bir arada yaşayayabildiğini güzel bir biçimde gösterdi ama bu inanç özgürlüğü sadece ölene kadardı.

Atmam atamam...

Kıbrıs dönüşünde en kısa zamanda gezip gördüklerimi sizlerle paylaşacağım dedim ama 10 gün geçmesine rağmen hala paylaşım yok çünkü hala kaybolan fotoğraf makinemizin peşinde koşuyorum.

Kıbrıs gezisi baştan sona olaylı geçti bizim için ve hava alanında fotoğraf makinesini unutarak son damgayı vurduk. tüm her şeye rağmen çok güzel olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim.

istanbul'dan Kıbrıs'a giderken el çantamın içinde bulunan kremlerimi atmamak için gösterdiğim çabayı bu sefer de fotoğraf makinesini bulmak için gösteriyorum ama henüz bir sonuç elde edemedim.

El çantamda bulunan kremleri sıvı kısıtlamasına takılınca xray'den geçerken epey mücadele ettim hatta görevliye ben bunları "atmam, atamam" diye heyecanla bağırdığım için kocam tüm gezi boyunca bana "atmam, atamam" diye dalga geçti. Hava alanında bir pizzacıya teslim ettiğim eşyalarım 1 hafta sonunda süpriz bir şekilde bana ulaştı.

Allah sevdiği kuluna eşeğini önce kaybettirir sonra buldururmuş; şu an bir kez daha sevgili kulu olma hakkımı kullanmak istiyorum. Bir mucize olsa ve gezi fotoğraflarımızla birlikte makine bize gelse keşke.

8 yılın anısına canlı, neşeli, enerjik, romantik bir ada yakışırdı ;)

Her daim canlı, neşeli, enerjik, romantik, bozulmamış doğal güzellikleri, eşsiz tarihi zenginlikleri ile Akdeniz'de cennet bir ada olan Kıbrıs'tayız.

Beraberliğimizin 8 yılını geride bırakırken birlikte yeni güzellikler keşfetmeye devam ediyoruz. Kıbrıs dönüşünde en kısa zamanda gezip gördüklerimizi sizlerle paylaşacağım.

Herkese iyi hafta sonları,

Çığ

Tuncer Cüceloğlu'nun yazarlığının 40. sanat yılı olması nedeniyle sahneye konan Çığ adlı oyuna Ümraniye sahnesinde annem ve babamla yaptığımız kültürel aktiviteler kapsamında gittik :)

Çevresi dağlarla çevrili bir köyde yaşayan insanlar, kesinlikle yüksek sesle konuşamazlar, kahkaha atamazlar, kısacası gürültü yapamazlarmış…Çünkü yapılan gürültü patırtı çığ düşmesine neden olurmuş. İşin ilginç yanı çığ tehlikesinin, yılın dokuz ayında söz konusu olmasıymış. Bu insanlar yılın yalnızca üç ayında bağırabilirler, silah atabilirler ya da çocuklarını doğurabilirlermiş. Yalaktaki suyun tamamen dolması ise çığ tehlikesinin ortadan kalktığının göstergesiymiş.

Oyun, yine böyle bir zamanda bu köyde 3 kuşağın aynı yerde yaşadığı bir aileyi konu alıyor. Hayatı görmüş geçirmiş ve kendi kabuğuna çekilmiş bir dede; meraklı ve zamanıyla gelinine çok çektirmiş bir babaanne; yıllarca kaynanasından bıkmış ve hayatına kahreden bir kadın, kuralların doğruluğunu sorgulamadan uyan bir baba, karısını çok seven ve uğruna her şeyi göze alabilecek kadar cesur bir oğul ve hamile bir gelin.





Hamile olan gelin erken doğum yapana kadar hayat sessizlik içerisinde devam etmektedir. Bir gün gelinin sancıları başlar ama korkusundan kimse ile paylaşamaz. Sancısını sessizlikle geçirmeye çalışır kendi içinde, çünkü çığ tehlikesi varken doğum olursa gelinin diri diri toprağa gömüleceği söylenmiştir. Köyün kuralları buydu ve yapacak bir şey yoktu. Çaresizliğini ve korkusunu sadece kocasına anlatabiliyordu.
Yalağın dolmasına iki parmak kalmıştı ama evdeki herkes gelinin durumunu artık fark etmişti ve ailelerinin itibarını korumak için ebeye haber verildi. Ebe gelinin erken doğum yapacağına karar verir ve vakit kaybetmeden kolcuları çağırır. Kolcular ve eden oluşan karar heyeti infaz kararını verirler. Beklenecek zaman yoktur, bir kişi uğruna diğer insanların yaşamı tehlikeye atılamaz. Ayrıca köyün kuralları da bu şekildedir.



Çaresizlik içerisinde kahrolan oğul karısının ölüm kararına karşı bir şeyler yapmak adına evdeki tüfeği ele geçirip ve herkesi kontrol altına almayı başarır. Ya herkes ölecektir ya da karısı da kurtulacaktır. Dede beklenmeyen bir çeviklikle diğer tüfeği kaptığı gibi mağaradan dışarı çıkar ve silahı patlatır. Yıllarca korkulanın aksine çığ falan düşmemiştir.

Oyunu çok beğendim. Hem kurgusu farklı, hem tek perdede tam tadında kalan bir oyundu. Dekor soğukluk ortamını hissettirecek kadar başarılıydı.
Oyunun orjinalinde silah patlaması yerine bebeğin çığlıkları ile çığ düşmediği görülüyormuş ama ben son sahnedeki silah patlamasını da çok keyifli buldum. Hem “helal olsun sana dede” dedirtiyordu hem de son anda bir silkinip kendimizi bulmamızı sağlıyordu.

5. Boyut

Baktım uzun zamandır yazmıyorum, "ne yapıyorum ben bu aralar, ne ile meşgulüm?" dedim kendi kendime ve beş boyutlu film tecrübemizi paylaşmaya karar verdim.

Dördüncü boyutu göremeden, üç'ten beş'e geçtik ama olsun :) Üçüncü boyutta derinlik, dördüncü boyutta oturduğumuz platformun hareketi beşinci boyutta da salon efektleri var. Bir boyut daha olursa ne olacak düşünemiyorum.

Uzay Yolu diye bir filme gittik. Film 6 dk sürüyor ama o 6 dk benim için yeterli bir zamandı. Bindik bir trene, daha doğrusu bindiğimizi zannnettik :) başladık uzayda yolculuğa. Raylarda hızlıca gidiyoruz, tırmanıyoruz, , iniyoruz, raydan çıkıyoruz, uçuyoruz kaçıyoruz...

6 dk'nın 3 dk'sı gözüm kapalıydı etrafta neler olup bitiyor göremedim ama güzel bir deneyimdi. Korku duymama rağmen eğlendim, "Ayşin sakin ol, gerçek değil bunlar, şu an sadece bir koltukta oturuyorsun" diyerek korkumu yenmeye çalıştım. Çığlıklar, bağırmalar, keyiften gülenler, sağa sola yatan garip insanlar var salonun içinde. Dışardan nasıl görünüyorduk çok merak ediyorum.

Kocam ve babam çok eğlendiler. Ben gözümü kapatırken kocam keyifle "oleeey!" diyordu bir yandan.

Böyle güzel ve gerçekçi olacağını hiç düşünmemiştim. Sağda solda uçuşan kelebekler, kuşlar gibi çocukca bir şey olacağını düşünerek gitmiştim ama hiç de öyle çıkmadı.

Ben korkarım diye düşünseniz bile fırsatınız varsa mutlaka gidin, görün; hayatınıza yeni bir boyut katın.

Soğuk bir hafta sonu bizi bekliyor, şimdiden herkese iyi hafta sonları...

Hayatımız Fenerbahçe

Hava soğuk olmasına rağmen güneş kandırmıştı yine. Aldatıcı güneşe kanıp biraz yürüyüş yapmak biraz da gezinmek için Fenerbahçe Parkı'na gittik. Her gidişimizde ayrı bir huzur buluyorduk burda.


 Bir dizesini bile hatırlayamadığımız Yahya Kemal'in şiirini bir kez daha okuduk.


Artık çekilen fotoğraflar da birbirinin aynısı olmaya başlamıştı. 3 yıl önce yine bir kış gününde Fenerbahçe'de verdiğimiz poz bu seferkinin aynısıydı. Aradaki tek fark 3 yılın bizde bıraktığı izlerdi sanırım. Kocam da ben de kilo almışız :) ama yine yan yana ve birlikte olmaktan mutluyuz.
  

Baktığımda keşke yaz olsaydı dediğim fotoğraflardan birisi. Yeteri kadar berrak olmayan bir hava ama yelkenler yine denizde. Biz yine bakıp fotoğrafını çekiyoruz, belki bir gün ordan dışarının fotoğrafını çekmek de nasip olur :)

Kış olmasına rağmen çimenler arasında nadir de olsa papatyalar var ve güzel papatyaların bir tanesi benim için diğerlerinden ayrılıyor.


Bir hafta sonu daha sona eriyor :( Herkese iyi haftalar.

Yıl başladı

Yılbaşı yılbaşı derken yıl başladı bile :)

Evimizde arkadaşlarımızla geçirdiğimiz bir yılbaşı gecesini geride bıraktık. Hep birlikte sohbet ettik, oyunlar oynadık, yedik - içtik, güldük, eğlendik beş aile bir arada güzel bir akşam geçirdik.

Yılbaşı şapkalarımızı hazırladık ve hediyelerimizi yılbaşı ağacının altına yerleştirdik.


Hindimiz de yılbaşına hazırdı. Kocaman hindiyi görünce parçalanmadan biraz fotoğraf çekilelim dedik ve hindiyi de fotoğraflarımıza ekledik :)


Karnımızı doyurduktan sonra yılbaşı klasiği olan tombala ile oyunlarımıza başladık. Tombala birincisini süpriz ödül bekliyordu. Ödülü kazanmak için kıyasıya yarıştık ama şans aramızdan birine daha erken güldü ve TOMBALA!

Sıra tombala birincisi Fatoş'un ödülünü vermedeydi. Ev sahibi olarak ben bu görevi üstlendim ve alkışlar eşliğinde ödülü verdik. Acaba kocaman poşetten ne çıkacaktı diye hepimiz merak içindeydik ve sevimli mi sevimli bir hediye çıktı, adını da Çinko koyduk.

  
Çinko ailesine kavuştuktan sonra Cranium ile oyunlara devam ettik. Cranium çılgınlığı sona erdiğinde saatlerimiz 00:00'a yaklaşıyordu ve maskelerimizi takıp şapkalarımızı giyerek yeni yılı karşıladık.

Bu garip ve komik hallere girmenin ne anlamı vardı bilmiyorum ama güzel bir anı olarak hatırlayacağımız fotoğraflarımızı renklendirmeye yetmişti :)


Sıra süpriz yılbaşı hediyelerine gelmişti. Kimin hediyesi kime gidecekti acaba? Çekilişimizi de küçük bir törenle yaptıktan sonra herkes hediyelerini aldı. Çekiliş törenini de belgelemek gerekliydi tabi :)

Artık bu beş çiftin evinde de birbirlerini ve akşamı hatırlayacakları küçük hediyeler vardı.


2011'in ilk tabusunu da oynadık. Tabu yarışı son hızla devam ederken Seda'nın odadan çıkmasını fırsat bilerek süpriz doğum günü pastamızı da getirdik.

İyi ki doğdun Seda! Hep birlikte nice yaşlara...


2011'de böylece geldi işte. Hep birlikte çok güzel bir akşam geçirdik. Muhabbetimiz hiç bozulmasın; yüzlerimiz hep böyle gülsün.