Cunda: Ayvalık adalarının en şirini


Cunda adası Ayvalıkta bulunan irili ufaklı adalar arasında yerleşim olan tek ada. Sahil kenarına yerleşmiş balıkçılar ve cafeler, yolu dik kesen ve hediyelik eşyaların yer aldığı ara sokaklar var Cunda’da. Bu şirin adaya bir akşam gitme fırsatı bulduk.

Sahil kenarına yerleşmiş balıkçılardan yükselen kahkahalar; herkesin kendini adanın büyüsüne kaptırdığı ve derdi tasayı unutup anın keyfini çıkardığının tanığı. İnsanlar bir yana balıklar bile rakıya doyumsuz burda J
Ara sokaklarda ise sevimli hediyelik eşyaların olduğu sergileri bulabilirsiniz. Cunda hatırası küçük hediyeliklerin hepsi birbirinden rengarenk ve albenili. Hangisine bakacağını şaşırıyor insan.

Cunda bence Ayvalık’ın en sıcak ve şirin adalarından birisi. Herkes de benim gibi düşünüyor olsa gerek ki gittiğimizde hareket ve kalabalık epey çoktu.


Akşam gitme fırsatı bulduğumuz Cunda’yı gündüz gözüyle görmek de başka keyifli olsa gerek. Birbirine benzeyen ama hepsinde farklı yaşantılar olan ara sokakları bir bir gezmek başka bir zamana inşallah…

Altınova: Midilli adasına karşı…

Tatil bitti diye düşünürken yine kendimize kısa zamanlar yaratıp mesafeye aldırmadan düştük Altınova yoluna. Altınova adından da anlaşılacağı gibi uçsuz bucaksız ovaların olduğu sakin dinlenme mekanı.

Karşı sahilinde boylu boyunca Midilli Adası uzanıyor. Sanki yüzerek gidebilirim hevesine kapılıyor insan bir an. Bu hevese kapılmasının bir nedeni de aslında taşlara kadar olan kısımda derinliğin yok denecek kadar az olması. Bu durum bayanların akşamüstüleri kuş gibi taşlara tüneyip sohbet etmelerine de olanak sağlıyor J



İskele Altınova’nın nispeten hareketli olan kısmı. İskeleden bakınca deniz pırıl pırıl…
Üzerinde çeşit çeşit isimler olan tekneler iskeleye park edilmiş öylece süzülüyor tertemiz suda.


Teknelerden biri bizim olsaydı keşke, adını ne koyardık acaba, oh be iyi ki geldik derken sayılı günler geçip gitti.

Sandıktan çıkanlar

Anadolu kültürünün bir parçası olan çeyiz sandıkları zamanla yitip gitse de bugün bazı evlerde dekoratif amaçlarla kullanılmaya devam ediyor.
Eskiden, kızlar çocukluklarından itibaren dantel, iğne oyası, kanaviçe gibi el işleri yapar ve çeyizlerini bu sandıklarda biriktirirlermiş. Hatta çeyiz sandığı gelinin mahremiyeti olarak kabul edilir ve izinsiz açılıp bakılamazmış.
Çeyiz sandıkları zamanla eski amacını yitirse de bu geleneği kısmen de olsa sürdürenlerdenim sanırım. Kısmen dememin nedeni sandığımın olması ama içinin tamamen benim el işlerimde dolu olmaması - hiç yok da diyemem tabi J
Sandığın içindekiler değişmese de ara ara sandık karıştırmayı, ne var ne yok diye bakmayı nedense seviyorum. Eskiden annemin sandığını karıştırırdım, her şeyi açıp tek tek bakardım. Yılların oluşturduğu kat izlerinden yeniden katlayamadığım zaman neleri karıştırdığım çıkardı ortaya J
Benimde bir sandığım var dedim ve şöyle bir açtım sandığı, baktım içindekilere. Benim el işlerimde var demiştim ya onlardan birini buldum. İlkokulda işlediğim etamin. El becerileri geliştirme amacıyla bir derste etamin işlemiştik.
Şimdi bakıyorum da o zaman için bence güzel olmuş J Pembe ayıcıklı işlemem hiç kullanılmasa da hatırası var ve sandıkta durmaya devam ediyor.


Benim böyle şeylere olan kişisel merakımdan mı bilemiyorum ama bence çocuklara az da olsa iğne iplik tutmayı öğretmekte fayda var. Kanaviçe işlesin, dantel örsün demiyorum tabi ki ama kız erkek fark etmez herkesin en azından kendi söküğünü dikebilecek kadar elinin iğne iplik tutması gerektiğini düşünüyorum.
Keyifli bir hafta sonu geçirmenizi diliyorum,

Phaselis: Üç limanlı kent

Antalya’ya dönüş yolundayız ve son durağımız Phaselis.

Phaselis’in girişinde bizi su kemerleri karşılıyor. Roma Çağı’nda, uzak yerlerden bu su kemerleri ile şehre su getiriliyor ve şehir içerisinde dağıtılıyormuş.

Phaselis üç limanı barındıran önemli bir liman kenti. İki limanı birbirine bağlayan ana cadde üzerinde antik şehir kalıntıları yer alıyor. Hamam, tiyatro gibi zamanın ihtiyaçlarını karşılayan yapılara sırayla rastlayabilirsiniz.


Benim antik kalıntılara karşı sanırım çok fazla ilgim yok, birbirinden ayırt edip de bu çok güzelmiş gibi bir şey diyemiyorum. Mesela antik tiyatro tüm antik şehirlerde olan bir yapı ve ben bunların hepsini aynı görüyorum nedense ama hepsinde de bir fotoğraf çekilmek gerek tabi J

Antik kentte cadde boyunca yürürken ağustos böcekleri bize eşlik ediyor. Cır cır cır cır sanki bir koro gibi, ilk gittiğinizde kulağınıza çok net gelen bu sesi bir süre sonra fark etmiyorsunuz bile.

Üç limandan birinde denize girebilirsiniz. Biz kent çarşısının sonlandığı yerde denize girmeyi tercih ettik. Deniz Antalya genelinde rastlananın aksine sığ ve incecik kum barındırıyor. Kalabalık olmaması da diğer bir güzel yanı tabi. Antalya tatilimizdeki en güzel deniz keyfi sanırım Phaselis’teydi.

Tadı damağımızda kalsın diye en sevdiğimiz yiyecekleri sona bırakırız ya -daha doğrusu ben böyle yaparım- biz de böyle kapattık Antalya gezimizi. Tatil sona erdi L

Doğum günün kutlu olsun canım, mutlu olsun benim diğer yarım



26 yıl önce bugün doğdu kocam...

Veeee yıllar sonra bir gün,
varlığıyla bir insana -yani bana- "iyi ki  varsın" dedirtebildi.

Bugün birlikte kutladığımız 7. doğum günün. 

İlk kez 19. doğum gününde hayatındaydım,
20,21,22,23,24,25 derken 26. da da yanındayım
ve bundan sonra da hep yanında olacağım


Birlikte göreceğimiz daha o kadar çok şey var ki,
inan bana yaşlanmaktan korkmayıp
sabırsızlıkla o günleri bekliyorum.

Olympos: Gençlik Ateşi

Yaz tatilimizin ikinci durağı antik Likya’nın en önemli liman kentlerinden biri olan Olympos. Likya kalıntıları arasında buz gibi akan sudan yürüyerek denize gitmek ve  ağaç evlerde konaklamanın bir arada bulunduğu yerdi Olympos.

Yaş ortalamasının 20-25 olduğunu ve bizim de 26 yaşında olduğumuzu düşündüğümüzde Olympos’a gitme fırsatını sınırdan yakalamıştık sanırım J
Portakal ağaçları arasında yer alan, aralarda deve kuşunun gezindiği, sabahları horoz sesleriyle uyandığımız gençlik kampını andıran ağaç evlerde kaldık. Deve kuşu yemek saatinde çatıya çıkıyor ve sanki yemek başladı dercesine ötüyordu sürekli. Deve kuşunun uçtuğunu ilk kez gözlerimle görmüştüm J Akşam uçan bu deve kuşu sabahları adeta şov yapıyordu. Rengarenk tüylerini öylesine açıyordu ki hayran kalmamak elde değildi.


Likya kalıntıları arasından geçip buz gibi akan suya ayaklarımızı sokarak denize ulaşıyoruz. Tarihin denize açıldığı kapı benzetmesini yapmak uygun olsa gerek.


Hem sıcak hava hem de sıcaktan bunalınca kendini buzzz gibi akan dereye atabileceğin bir yer burası. Midyeci tüm midyeleri önüne bırakıp gittiğinde kendini midyelerden sorumlu hissetmen de cabası :)

Olympos akşamlarında da gençlik ateşi kaynıyor. Olympos’un meşhur diskosu en çok tercih edilenler arasında ama biz evli bir çift olarak pek kendimize uygun bulmadık J, canlı müzik eşliğinde içkilerimizi yudumlayabileceğimiz ve en önemlisi konuştuklarımızı duyabileceğimiz bir mekanda oturmayı tercih ettik.

Olympos'a kadar gelmişken Yanartaş'a gitmemek olmaz tabi. Yanartaş'ın kendime has özelliği doğal gaz çıkış olması ve bu gazın sürekli yanmasıdır.

Yanartaş'a hava karardığında gidin, gündüz anlamı olmaz önerileri üzerine bir akşam yemek sonrası Yanartaş'a gitmek üzere yola çıktık. Gidene kadar akla karayı seçtik aslında. Yollar tam bir dağ yolu, sürekli viraj ve bir süre sonra yollarda kimsecikler yok. Bizden başka bir araba daha gördük mü Yanartaş'tan dönüyor diye yorumluyoruz :) Yol boyu merakla gittik. Bu kadar yolu çektik göreceğimiz şeye değse diye düşündük. Ve sonunda Yanartaş'a geldik. Arabadan inmekle geldik zannetmiştim ama bir kulvar daha varmış. Tavsiye üzerine aldığımız el fenerimizle başladık dağa çıkmaya. Sağolsun Kültür Bakanlığı iyi kötü de olsa merdivenleri yapmış ama ışıklandırma sıfır (daha sonra sorduğumuzda dokuyu bozmamak için yapılamadığını belirttiler). Görmeyip az daha sağa yürüsem uçurumdan yuvarlanacağım nerdeyse. Yaklaşık 1km tırmandıktan sonra merak iyice arttı. Göreceğimiz her neyse çok güzel olmalıydı; ancak o zaman "değdi" diyebilirdim. Terden suya battık, dizlerimde derman kalmadı. Ve ufukta el fenerinden başka bir ışık daha göründü. Yanar taş karşımızdaydı.


Benim bir adım atacak halim daha kalmamıştı. İlk yanan taşın yanında fotoğrafımızı çekildik ve 5 dk. durup dinlendikten sonra iniş yoluna koyulduk. değdi mi derseniz, bir kere görmek için değer ama ikinciye pek gideceğimi sanmıyorum :)


Gündüzüyle gecesiyle baştan sona enerji dolu 2 gün bizi üniversite yıllarımıza götürmeye yetip arttı. Gençseniz veya genç hissediyorsanız Olympos'u yaşamanızı tavsiye ederim.

Harbiye Açık Hava Tiyatrosu’nda “PERDE”

Tiyatro sezonun açılışını İstanbul Büyükşehir Belediyesi yaz oyunları ile gerçekleştirdik. Güzel olduğunu duyduğum ama geçen sezon bir türlü bilet bulamadığım “Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz” adlı oyunu açık havada izlemek kısmetmiş.
Aziz Nesin’in 1977’de yazdığı roman tiyatro ve sinemada da hayat bulmuş. İşin ilginç ama bir o kadar da acı olan yanı ise 33 yıl önce yazılan bu romanın ana temasının hala güncel kalabilmesi.
Yaşar Yaşamaz hem adına hem de soyadına uygun. Gerçekte yaşar ama nüfus kayıtlarında yaşamaz.

Yaşar bu gerçekle ilk kez köye hükümet okulu geldiğinde tanışır. Yaşar okula kaydolmak için gider. Okula kayıt için nüfus cüzdanı istenir. Yaşar’ın nüfus cüzdanı kayıp; kolay iş hemen çıkarılır diyerek baba oğul soluğu nüfus müdürlüğünde alırlar.
Tozlu raflardan kara kaplı defter çıkar, aile kayıtlarının yer aldığı sayfa açılır. Yaşar Yaşamaz 1986’da babasından bir yıl önce doğmuş ve babası çocukken 1915’te Çanakkale’de şehit olmuş gözükür.
Gerçeklere aykırı olan bu durum, devletin defterinde hata olmaz anlayışıyla doğru kabul edilir ve Yaşar’ın ölü olduğuna inandırmak için nüfus müdürü bile türlü senaryolar uydurur. Sonuç: ölü insana nüfus cüzdanı verilmez.
Nüfus kayıtlarında ölü gözükse bile Yaşar yaşamaya devam ediyor ama hiç bir olayda yaşadığını ispat edemiyor. Beşik kertmesi ile evlenmek ister ama nüfus cüzdanı yok resmi nikah da yok; askere alınır ama nüfus cüzdanı yok terhis olmak da yok derken Yaşar’ın 1935’de Dersim’de ikinci kez şehit düştüğü öğrenilir. Komutanının yazdığı bir belgeyle güç bela terhis olur Yaşar.
Köyüne döner ve babasının öldüğünü öğrenir. Babasının borçları ve mirası tek varisi olan Yaşar’a kalır. Kıt kanaat geçinen Yaşar devlete olan borçlarını öder ama yaşadığını ispat edemediği için mirası bir türlü alamaz. Borç öderken yaşayan insan, sıra miras almaya geldiğinde ölü sayılır.
Yaşarın yaşam hikayesinde olaylar bu şekilde devam eder. Resmi nikah yapamaz, çocuğu olur ama nüfusa kaydettiremez, hastaneye yatar ama borcunu ödeyemediği için rehin kalır…. ve yine nüfus cüzdanı almak için uğraştığı nüfus müdürlüğünde memurla tartıştığı için kendini hapiste bulur. Görev başındaki memurun düğmesini koparmak bile suç tabi J
Hapise çulsuz giren Yaşar karanlık dünyanın önde gelenlerinden biri olarak hapisten çıkar.
...............................................
Aziz Nesin’in 1977’de yazdıklarının 2000’li yıllarda da devam ettiğine tanık olduğumuz olayı hatırladık. Dedemin de başına buna benzer bir olay gelmişti. 75 yaşını aşmış olan dedem askerlik yapmamış gözüküyordu ve askerlik yapıp yapmadığını sormak için babamı askeri şubeye çağırmışlardı. Yaşar'ın tam tersine dedem iki ayrı nüfus kütüğünde kayıtlıydı. Askerlik bir kayda işlenmiş diğerine işlenmemiş olduğu için askeriyenin kayıtlarına bakıldığında dedem askere gitmemiş gözüküyordu. Askeri şubenin  bize sunduğu çözüm ise bir kayıdı silmek için dedemi ölü göstermekti.

Hayatın acı gerçeklerin tiyatro sahnesinde eğlenceli biçimde perdelendiği Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz'ı izleminizi tavsiye ederim.

Adrasan: Dere kenarında huzur

Yaz tatilimizde her şey dahil konseptine girmeyen, kendimizce gezebileceğimiz, gürültüden ve şehir kamaşasından uzak bir gezi planladık. Antalya'da annemlerin yanında kaldıktan sonra arabayı alıp Kemer tarafına yola çıktık. İlk durağımız Adrasan...


Adrasan merkez ve dere tarafı diye iki bölgeden oluşuyor. Biz dere üzerine kurulu otellerde konakladık.

Dere üzerinde kurulu sedirlerde yemek yemek, derede gezen ördeklere ekmek atmak, dere üzerindeki hamakta sallanmak ve ayakların donana kadar çıplak ayak derede yürümek süper keyifli.
Dere boyunca anne ördeğin peşinden giden yavru ördeklere rastlamak mümkün. Nasıl da peş peşe gidiyorlar, sürüden ayrılanı kurt kapar korkusuyla hiç biri etrafına bile bakınmıyor sanki. Kimileri usulca birbirine yanaşıyor arada :)


Çevresi çam ormanlarıyla çevrili bir koy Adrasan. Sahil yarı çakıl yarı kumdan oluşuyor. Adrasan’ın merkez tarafına gittikçe sırf kum sahil bulabilirsiniz.



Denizde ayağımın bastığı yerlerde aylak aylak yüzmeden durmama küçük balıklar pek müsade etmiyor. Durduğum anda bacaklarına saldırı başlıyor sanki. İğne gibi batıp batıp kaçıyorlar. Balıklara böyle yaklaştığıma bakmayın denizin dibinde bir sürü balığı izlemek ve başarılı olamasak da yakalamaya çalışmak çok eğlenceli.

Adrasan'da geçirdiğimiz iki gün sonrasında tümüyle huzura erdiğimizi fark edip biraz da hareket olsun diyerek Olympos'a gitmeye karar verdik. Tatil öncesi Adrasan'ın sessiz sakin; Olympos'un da hareketli ve eğlenceli bir mekan olduğunu duymuştuk ama iki günde bu kadar huzura kavuşacağımızı düşünememişiz :)

EvLeNdiK

Hayattaki taşlar genelde benzerdir. Kişilerin hayatlarını farklı kılan taşların diziliş sırasıdır çoğu zaman.

Biz de taşları bir bir yerleştiriyorduk hayatımızda ve bundan sonrasında
ortak bir yolda ilerlemeye karar verdik.

4 Temmuz 2009'da iyi günde, kötü günde; hastalıkta ve sağlıkta yanyana olacağımıza söz verip EvLeNdiK.

6 yıl 3,5 aylık sevgilim artık kocam oldu :)

Tavla beni tavla, salla pulları zarları…

1.sınıfın ilk dönemini bitirmiştik artık. Ailesi İstanbul dışında olan tüm öğrenciler memleketlerine dönüyor, herkes birer birer bavulunu alıp yurttan çıkıyordu. Ben de eşyalarımı toplamış otobüs saatimin yaklaşmasını bekliyordum. Maçta tanıştığım arkadaşlar da otobüs saatlerinin yaklaşmasını bekliyormuş meğerse. Ne tesadüftür ki otobüslerimiz 10 dk arayla Beşiktaş’tan kalkacaktı. Eray adlı arkadaş “kaçta çıkacaksın, hep birlikte gidelim” dedi. Ben başıma buyruk hareket etmeyi severim, o’nu bekle, bunu bekle pek bana göre değil. 9 gibi diye geçiştirmeye çalışırken tamam 9 olsun demek zorunda kaldım. Beklememeyi kafama koydum ya ben, 10 dk erken çıktım. İyi kimseler yoktu bekleyen derken arkamdan ayak sesleri duyuldu. Kaçış yoktu; Karabüklü arkadaşlar ve ben hep birlikte gittik. Erkenden varmıştık, bizim Karabüklüler Beşiktaş büfelerinden sosisli yemek istediler. “Sosisli de ne, ben yemem öyle şeyleri, hele o büfelerden hiç yemem” derken kendimi büfenin önünde buldum. Sosisli macerası da sona erdikten nihayet otobüs vakti geldi. Farklı firmalardan biniyoruz ama bilirsiniz belki tüm firmalar yan yana bilemedin iki aralıklı yerler. Ben Erkek Fatma “gerek yok, ben giderim” desem de Eray beni Kamil Koç’a bırakmaya geldi. İşte otobüse biniş öncesi telefon numaramı almak için tam zamanıydı ve bu zaman boşa geçmedi :)

Alınan numaralar tatilde kullanılmalıydı tabi. O dönem öğrenciler arasında çaldırıp kapatma modası vardı (anlamsız aslında ama öyleydi). Eray modayı biraz farklı algılamış ya da farklı bir anlam yüklüyor olsa gerek bir çaldırır ardından ikinciyi çaldırır kapatırdı. “Bir kere çaldırmak anlaşıldı da ikincisi neydi?” 1-2 SMS atıldı derken tekrar İstanbul’a dönüş vaktiydi.

Yine yeniden İstanbul’a geldik. Yurtta kalanlar bilir akşamları kantin muhabbetleri vardır. Her akşam kantine iniyoruz ve Eray’la tavla oynuyoruz. Ben çok da kötü oynamam, bir de sürekli yenmenin verdiği gazla dokunmayın keyfime :) Ben yendikçe Eray sinir oluyor içten içe belli ama bir şey demiyor. Yenilen pehlivan güreşe doymuyor her akşam aynı turnuva devam ediyor.

Bu süre içerisinde bizi gören kız arkadaşlarım da “bu çocuk kesin senden hoşlanıyor” diyorlar. Ben sürekli itiraz ediyorum, kabullenmek istemiyorum nedense. Farkında olmadan da her geçen gün daha çok şey paylaşmaya başlıyoruz aslında. Ben kolay kolay herkese her şeyimi anlatmam ama bakıyorum ki o gün ne oldu ne bitti anlatıyorum hevesle. Ben de ısınmaya başladım sanırım yavaş yavaş…

Takvimler 19 Mart 2003’ü gösterdiğinde artık tavla oynayan iki arkadaş olmaktan öteye gitmeye karar verdik ve skor 1-1 oldu :)