Hepimizin yeni yılı kutlu olsun!

2010'un son yazısı tabi ki yeni yıl kutlaması olmalı dedim ve kutluyorum,

HEPİMİZİN YENİ YILI KUTLU OLSUN!

Bu sene yılbaşı hazırlıkları bizim eve de uğradı. Günün mönüsü, oyunları, hediye çekilişleri, ortak hayalleri gerçekleştirmek için alınan milli piyango biletleri, ev süslemeleri ve daha bir çok şey önceden planlandı.

Artık hazırız...

Heyecanla 2011'i bekliyoruz. Bakalım 2011 bize neler getirecek?

Bence hepimize MUTLULUK getirsin.

Sadece mutluluk istiyorsam aldığım onca milli piyango bileti ne olacak diye düşünmeden edemedim, galiba insan umutsuz da yaşayamıyor :)

Umutlarımızı hiç kaybetmediğimiz ve hep mutlu olduğumuz bir yıl olması dileğiyle.

Meraklısı İçin Öyle Bir Hikaye

Geçtiğimiz hafta tiyatro dolu bir hafta oldu bizim için. Haftada iki oyun. Önce Meraklısı İçin Öyle Bir Hikaye ve ardından Merhaba Hoşçakal.

Aile dostlarımız :) Seda ve Tolga ile birlikte Üsküdar Kerem Yılmazer Sahnesi'nde Naşit Özcan'ın tek kişilik oyunu Meraklısı İçin Öyle Bir Hikaye'yi izledik.


"Savaş Dinçel, Türk edebiyatının en önemli kalemlerinden Sait Faik'in öykülerinden, anılarından, yazılarından yola çıkarak onun şahitliğinde dolu dolu bir İstanbul turu yaptırıyor izleyenlere. "Meraklısı İçin Öyle Bir Hikâye" izleyenleri, önce Burgazada, ardından Karaköy, Tünel, Beyoğlu, Hristaki Pasajı ve Taksim Parkı'na götürüyor."

İtiraf etmeliyim ki sadece bu açıklamaları okuyarak ve bilet alırken sürekli dolu olduğunu gördüğüm bir oyun olduğu için bu oyunu seçmiştik aslında. Oyunu izlediğimizde açıklamaların çok daha ötesinde ve güzel bir seçim yaptığımızı anladım.



Tek kişilik bir oyundu ama efektleriyle ve klarnetiyle oyunu canlı kılan Ömer Göktay'ı da unutmamak gerekiyor. Oyun esnasında fondan gelen hiç bir efekt yoktu, martı sesleri ve hatta dalga sesleri bile bir o kadar gerçek şekilde yapılmıştı. Bu sesleri çıkarmak için kullanlan elek, içi ıvır zıvır eşyalarla dolu olan kutuyu görünce "ne güzel" demeden edemedim.

Aslında ben bu oyunu bir çok yönden beğendim. Bir anda ışıkların kapanıp oyuncunun sahneden gittiği bir ilk perde kapanışı olmadı. Keyifle izlemeye devam ederken oyuncunun çay molası verelim demesiyle oyuna ara verdik. Sadece izleyici olmaktan öte bir oyundu bu; beklenmedik zamanlarda ses ve alkışlar ile oyuna dahil ediliyorduk. Sait Faik'in sahnede duran büstünün oyun sonundaki çekilişle bir izleyiciye hediye edilmesi de oyunun biterken bile farklı olmasını sağlıyordu.

Burgazadadan Çiçek Pasajı'na bir çok yeri gezmiş ve oradaki anıları görmüştük oyunda. Hepsi şiir tadındaydı.

Bir kez daha izlemekten keyif alırım diyebileceğim oyunlardan bir tanesi.

Merhaba Hoşçakal

Yazmayalı bir ayı geçmiş bile. Çok belirgin bir nedenim yoktu aslında ama elim varmadı nedense. Her neyse yeniden geldim işte :)

16 Aralık akşamı, yurttaki çılgın oda arkadaşım Pınar ve eşi Murat ile birlikte Üsküdar Kerem Yılmazer Sahnesi'nde Athol Fugard'ın yazdığı Taner Barlas'ın yönettiği Merhaba Hoşçakal adlı oyuna gittik.



Merhaba Hoşçakal, yıllar sonra eve dönen Hester’in, erkek kardeşi Johnnie’yle yaşadığı birkaç saat süren aile içi hesaplaşmasını anlatıyor. Yıllarca köle gibi çalıştırıldıktan sonra bir iş kazasında bacağı kopan babaları, hurdaya çıkarılmış bir makine gibi, kenara atılmıştır. Terkettiği eve on beş yıl sonra yalnızca bir “merhaba” ve “hoşçakal” demek için uğradığını söyleyen Hester’in asıl niyeti, babasının tazminat parasından payını almaktır. Yaşamın savurup attığı bu iki kardeş bir gece boyunca yitirdikleri her şeyi; aile, çocukluk, sevinç, umut, aşk… ne varsa sorguluyor.




Hester rolündeki Ayşen Çetiner anılarından kaçmış olan ablayı; Tolga Yeter ise herkesin bir kenara attığı babası için kendi hayatını feda etmiş erkek kardeşi canlandırıyordu.

Hester ne kadar anılarından kaçmış olsa da sadece bir merhaba/hoşçakal demek ve tazminat parasını almak için eve geldiğinde bile, aslında anılarından kaçamadığını ama yine de para uğruna geldiği duygusunu ön plana çıkardığını çok güzel sergiledi bence.


Oyunda en çok beğendiğim şey dekordu. Yılların izlerini taşıyan eşyalarla donatılmış bir ev vardı karşımızda. Evin diğer odalarına açılan bir salonda geçiyordu oyun ama gerçek bir ev hissi uyandırmada başarılıydı bence.

Oyunda öğrendiğim bir şeyi de söylemeden edemeyeceğim :) Oyunun yönetmeni ve Kavak Yelleri dizisinde izlediğim Taner Barlas'ın Burdur doğumlu olduğunu öğrenmek şaşırtıcı ama gurur vericiydi.

Oyun ne kısa ne uzun tam kıvamında ve izlemesi keyifliydi.

Bu dünyaya asla öylesine gelmedin ve bir gün asla öylesine veda edip gitmeyeceksin

Düşündün mü hiç?
Seni her sabah yatağından neyin uyandırdığını?
Her gün nereye doğru, neden gitmekte olduğunu?
Bu hayatın ne için yaşandığını?
Varlığının yaşamın bir yerinde, bir şeyleri hiç değiştirip değiştirmediğini?
Adına yaşam denilen bu büyük armağanın sana neden verildiğini?

Düşündün mü hiç?
Bugüne kadar hangi yolları izledin?
Kimlerin yaşamlarına dokundun?
Dokunuşlarınla onların hayatlarında neleri değiştirdin?
Sevginle nelerin değerini çoğalttın?
Kimlerin seni gördüğünde içleri neşeyle doldu?
Onlara her zaman sevip, anlamlarını hiç bir zaman değiştirmeyecek istemeyecekleri neleri sen yaşattın?
Kimlerin kendilerini açığa vurabilmelerine, gerçekte kim olduklarını anlayabilmelerine sen yardım ettin?
Kimler senin mutluluğunu görüp kendi mutlulukları için cesaretlendi?
Kimler senin sayende kalplerindeki gerçek duyguların o muhteşem enerjisini hissetti?

Düşündün mü hiç?
Varlığınla dünyada nasıl bir fark yarattın?
Hangi gerçekliklerin yaratılışında sen rol aldın?
Hangi duyguların, hangi düşüncelerin başlangıç noktasında sen vardın?
Hangi ihtimaller senin sayende hayat buldu?
Senin sayende evrenin akışı nerede, nasıl farklışaltı?
Sen olmasaydın acaba evrende neler hiç yapılamamış olarak kalırdı?

Düşündün mü hiç?
Senin her şeyin bir parçası olduğun gibi, her şeyin de senin bir parçan olduğunu
Bir çok başlangıcın öncesinin, bir çok bitişin sonrasının sen olduğunu
Kendini akıp giden bir nehir gibi hissetsen de, akmakta olan suyun ulaştığın son noktanın koskoca bir deniz olduğunu

Bu dünyaya asla öylesine gelmedin
Ve bir gün asla öylesine veda edip gitmeyeceksin
Her şeyin bir nedeni, bir anlamı olduğu gibi senin hayata gelişinin de bir amacı, bir anlamı, bir değeri, bir önemi var

Birbirini tetikleyen, birbirine karışan, birbirinin içinde eriyip, birbiriyle tamamlanan, bütün hareketlerin, bütün seslerin, bütün amaçların, bütün özlemlerin, bütün çilelerin, bütün mutlulukların, bütün acıların, bütün iyi ve bütün kötü şeylerin oluşturduğu evrendeki birlik, bütünlük ve mükemmelliği, fark ettin mi hiç?

Varlığının, evrenin o muazzam kurgusu içinde hangi önemli görevleri üstlendiğini, hangi güzellikleri, hangi mükemmellikleri tetiklediğini, hangi olumsuz ihtimalleri doğma şansı tanımadan yok ettiğini,

Düşündün mü hiç?
  
Haşim Arıkan



Çok güzel bulduğum bu satırları sevdiklerimin de okuması ve düşünmeleri için paylaşmak istedim.

Bu sabah bu satırları okuduğumda "düşündüm mü gerçekten?" sorusunu sordum kendi kendime. Tüm bu soruların hepsini bir arada hiç düşünmemiştim galiba, evet gerçekten düşünmemiştim.

Anlamsız bir telaş içerisine bürünüp elimizdeki değerleri unutuyor ve anlamsızca koşuyoruz. Durmadan yorulmadan. Geriye ne kalıyor peki? Bir avuç pişmanlık.

Pişmanlık duymadan önce yine de durup düşünmekte fayda var. Kendimizi ne kadar önemsiz ne kadar değersiz bulsak bile, eminim ki herkes en azından bir kişi için bile vazgeçilmeyecek anlamlar, değişilmeyecek değerler taşıyordur.

Keyifli hafta sonları,

Işık ve suyun dansı

Bir Müslüman evinin avlusuna giriyor, karanlık ve rutubetli bir merdivenin son basamağına kadar iniyor ve kendimi İstanbul halkına göre nasıl bittiği bilinmeyen Bizans'ın büyük Basilika Sarnıcı'nın kubbeleri altında buluyorum.

Karanlığın verdiği dehşeti daha da arttıran çivit renkli bir ışıkla yer yer aydınlanmış, yeşilimsi sular, kara kubbelerin altında kayboluyor, üzerinden sular sızan duvarları parlıyor ve her tarafta, budanmış bir ormandaki ağaç gövdeleri gibi gözün önüne dikilen bitmez tükenmez sütun sıralarını belli belirsiz ortaya çıkarıyor.”


Edmando De Amicis 


Edmanda De Amicis güzel anlatmış Yerebatan Sarnıcı'nı. Bugün ise bir ışıkla yer yer aydınlanmış değil ışıklarla özenle aydınlatılmış sütunlar var.


Sarnıcın ileri kısımlarına gidince karşımıza çıkan medusa başları çeşitli mitolojik efsaneler var.  

Bir söylenceye göre Medusa yeraltı dünyasının dişi canavarı olan üç Gorgonadan biridir. Bu üç kız kardeşten yalnızca yılanbaşlı Medusa olumludur ve kendisine bakanları taşa çevirme gücüne sahiptir. O dönemde büyük yapıları ve özel yerleri kötülüklerden korumak amacıyla Gorgona kafalarının resim ve heykellerinin konulduğu, Medusa’nın da bu düşünceyle buraya yerleştirildiği zannedilmektedir.


Bir başka rivayete göre Medusa siyah gözleri, uzun saçları ve güzel vücudu ile övünen bir kızdı. Uzun zamandan beri Zeus'un oğlu Perseus'u sevmektedir. Bu arada Athene de Perseus'u sevmekte ve Medusa'yı kıskanmaktadır. Bunun için Athene, Medusa'nın saçlarını korkunç yılanlar biçimine sokar. Artık Medusa kime baksa, baktığı kimse taş kesilir. Daha sonra onu bu biçimde gören Perseus heyecanla Medusa'nın büyülendiğini düşünerek başını keser, başını eline alıp düşmanlarını taşa çevirerek birçok savaşlar kazanır. Bu vakıadan sonra Medusa'nın eski Bizans'ta kılıç kabzalarına ve sütun kaidelerine ters ve yan olarak işlendiği söylenmektedir.  

Efsaneler birbirinden ilginç ama medusa başlarının neden ters ve yan durduklarını hakkında da bir çok rivayet var. Kimine göre çok tanrılı dinden tek tanrılı dine geçiş sembolü kimine göre yine bakanı taşa çevirdiği için ters duruyor. diğer bir rivayete göre ise Jüstinyen Arap ordusunun İstanbul'a doğru yola çıktğını duyunca hızla sarnıcın yapılma emrini vermiş, dekorasyondan ziyade hız önem taşımış.  

Son rivayete inanmaktansa; dışardan getirilen medusa başlarının kolonlar altına ancak bu şekilde yerleştirilebildiğini düşünmek bence daha anlamlıydı :)

Osman'ın ailesini bulmaya gitmiştik ama beklemediğimiz akrabalarıyla karşılaştık

Biricik balığımız Osman'ın bize verdiği balık sevgisiyle Turkuazoo'ya Osman'ın akrabalarını görmeye gittik :) Varlığından haberdar olmadığımız çeşitli iklimlerden getirilmiş bir çok balığı bir arada görme fırsatı bulduk.


Balıkların hepsinin ayrı bir özelliği var. Kiminin dudakları, kiminin kuyruğu, kiminin de yüzgeçleri başka


Bambaşka biçimlerde ve renklerde olan bu balıkların ortak özelliği taşların çevresinde gezinmeleri.


Hepsi birbirinden başka birbirinden güzellerdi ama ben en çok rengarenk olan palyaço balıklarını beğendim.


Ahtapot'u bulmak biraz zor oldu gerçekten. Nasıl da kıvrılıp o küçücük yere girmiş.

Eğlence dolu gözüken ahtapotların gerçeklerini öğrendiğimde çok şaşırdım. Ahtapotların zor başlangıç ve üzücü bir sonları varmış meğerse. Yeni doğan 80.000 ahtapottan sadece biri veya ikisi büyüyerek yetişkin olma şansına sahip oluyor ve diğer yavrular balıklar ve diğer canlılar tarafından yeniyormuş. Anne ahtapot 6 ay boyunca yumurtalar açılıncaya kadar yumurtalarına bakıyor ve yumurtalarını korurken bir şey yiyemeyip zayıflıyormuş. Yavrularına bakabilmek için ölen anne ahtapotun hikayesini öğrendiğimde çok üzüldüm ve annelik iç güdüsü bu insan hayvan ayırt etmiyor sanırım dedim kendi kendime.


Turkuazoo'nun merakla beklenen balığı; köpek balığı. Onca balık arasında herkesin en çok ilgisini çeken köpek balığının bulunduğu tünele hemen gitmek istemenin nedenini anlayamamıştım ama biz de köpek balığını görünce ayrı bir heyecana kapıldık. Köpek balığına bu kadar yakından bakma şansını ilk kez yakalamıştık.



Sıra geldi bu kocaman köpek balığının nasıl bir yumurtadan çıktığını görmeye. Bunlar köpek balığı yumurtaları ve bu yumurtalardan çıkmış yavru köpek balıkları. Kocaman köpek balığını görünce yavrular oyncak gibi geliyor.


Deniz hayvanlarının içinde asil ve zarif olarak bilinen deniz atı. Deniz atı beklediğimizin aksine küçük boyutlarda. sanki suda asılı duruyor gibi.


Bu da değişik türde bir vatoz. Sanki sürüngen hayvan gibi yerden yerden gidiyor ve diğerlerinin aksine sert kabuğa sahip. Balık değil de böcek gibi sanki.


Balıkları güzel kılan ortamın atmsoferiydi bir yandan da, amazonları andıran bitkiler ve figürler..


Balıkların hepsine şaşkınlıkla ve hayranlıkla bakakaldık kocamla birlikte. Gerçek mi bunlar diye inanamayıp elimizi suya bile daldırdık.


Tüm günümüzü balıklarla geçirdik, hiç görmediğimiz balıkları gördük, güzel ve eğlenceli bir gündü.

Kapalı kapılar ardında saraylara layık insanlar

 Sultanahmet Camii'nden sonra kendimizi saraylara layık bulduk :) ve Topkapı Sarayı'na gittik. Topkapı Sarayı'nda iç mekanlarda çekimin yasak olması nedeniyle sadece dış mekan fotoğraflarımızı paylaşabileceğim sizlerle.


Duvarların ardında bir yer olarak gözüken ama içerden bakınca bambaşka duran saraya kuleler arasında geçerek giriyoruz.


Olabildiğince geniş ve özenli bir avlu. Sarayda yaşayan küçük çocukların buralarda koşturduklarını düşünüyoruz en başta. Sarayı yaptıran Fatih'in küçük yaşta İstanbul'u fethettiğini hatırlayınca çocukların pek de buralarda koşup oynamadıklarını eğitimlerle yetiştirildiklerini düşünmeye başlıyoruz.


Tarihe tanıklık eden ağaçlar yılların izlerini üzerinde taşıyor.


Ne yöne baksak inanılmaz güzel manzarala karşılaşıyoruz.



O dönemde ve sarayda yaşamak istermiydik diye tartışıyoruz kendi içimizde. Ben yaşamak isterdim açıkcası, peki ya siz?


Topkapı Sarayı'nı ziyaret edemeseniz bile Topkapı Sarayı linkini mutlaka ziyaret edin.

Tarihi Yarımada'da ilk durağımız Sultanahmet Camii

Müzekartımız var hadi bir de tarihi yerleri gezelim diyerek dostlarımız Başak & Suat'la birlikte kendimizi tarihi yarımada'ya attık. İlk durağımız Sultanahmet Camii.

Ana giriş kapısından geçerek turumuza başlıyoruz.


Sultanahmet Camii geniş avlu içerisinde tüm heybetiyle karşılıyor bizi.


Kubbeler ve 6 minareli olması camii'nin dışardan göze çarpan ilk görüntüsü (Fotoğrafta 6 minare yer almasa bile Sultanaehmet Camii ilk 6 minareli olma özelliğini taşıyor)


Camii'nin içi de dışı kadar cezbedici bir görüntüye sahip.


İçerisi çeşit çeşit çinilerle bezenmiş olan camii'nin ışıklandırması da görüntülere ayrı bir renk katıyor.


Kubbelerin her biri ayrı bir özenle ve tek tek işlenmiş



Bu büyük yapıyı ayakta tutan kolonlara bakar mısınız? Kubbelerin devamıymışcasına onlar da özenle işlenmiş ama yapının ayakta durması için de ağır bir görevleri var.


Hala ibadete açık olan bu tarihi camii'yi benim gibi gezmek amaçlı olsa da görün mutlaka. Benim üçüncü turum olmasına rağmen her gittiğimde aynı hevesle yeniden bakıyorum ve beğeniyorum.


Tarihi yarımada gezisi boyunca fotoğraflarımızı çeken Suat'a tekrar teşekkürler :)

Botanik Bahçe: Otoban kenarında böyle bir yer olması imkansız gibi gözükse de gerçek

Son güneşli günleri yaşarken hala gitme fırsatı olabileceğini düşündüğüm için çok beğendiğim botanik bahçeyi sizle de paylaşmak istedim.
1995 yılında Ali Nihat Gökyiğit tarafından eşi Nezahat Gökyiğit adına hatıra parkı oluşturulmak amacıyla kurulmuş, daha sonra amaç değiştirilerek, bir botanik bahçesi olma yolunda çalışmalara başlanarak 2002 yılında halkın ziyaretine açılmış. Nezahat Gökyiğit Botanik Bahçesi, Türkiye’de eğitim birimine sahip olan ve sistemli olarak farklı gruplar için eğitim programları uygulayan ilk ve halen tek botanik bahçesi olma özelliğini de koruyor.
Kuruluş amacını öğrenip bir de üstüne botanik bahçeyi görünce tüylerim diken diken oldu. Eşi adına böyle bir yer yaptırmak ne kadar güzel ve unutulmaz bir hatıraydı. Botanik bahçeyi bir kenara bırakın böyle bir bahçede adıma düzenlenecek bir bölüm bile olsa çok hoşuma giderdi.
Otoyol üzerinde bulunan, daima gördüğümüz bu yeri başlangıçta fidan satışının yapıldığı bir yer sanıyordum. Daha sonra buraya kahvaltıya gidebileceğimizi öğrendik. Bir sabah telefon edip kahvaltı yapabileceğimiz bir yer var mı diye sorduk. Hazır kahvaltı veren bir mekan değilmiş hatta çay bile yok. O zaman biz de evden yiyeceklerimizi alır gideriz dedik ve kahvaltılık malzemelerimizi güzelce hazırladık. Tam bir piknik havası… arabayla hemencecik gidiyoruz, evimize çok yakınmış meğerse.
Gittiğimde sadece fidan satışı yapan bir yer olmaktan çok uzak olduğunu ve burnumuzun dibindeki bu saklı cennete neden daha önce gelmediğimizi düşündüm. O kadar çok beğendim ki bütün gün “burası çok güzelmiş kocam iyi ki geldik” lafını dilimden düşüremedim. 
Böyle yerlerde genelde “çimlere basmayınız” yazar ama herkes çimlerin üstündedir. Burda alışıla gelmişin tam tersine “Çimenler üzerinde serbestçe dolaşabilir ve örtü sermeden oturabilirsiniz” yazıyor. Örtü serip oturan kimseyi de görmedim gerçekten. Biz de serbestçe dolaştık çimenler üzerinde, ayakkabılarımızı çıkarıp doyasıya koştuk, yuvarlandık. Tüm enerjimizi toprağa verdik.

Çocuklu aileler için bence çok ideal bir ortam çünkü çocuğunuzun çok güzel vakit geçirebileceği bir yer burası. 23 Nisan 2009’da çocuklara armağan olarak açılan ve 3-9 yaş arası çocukların oynarken, bitkiler dünyası hakkında bilgilenmelerinin amaçlandığı Keşif Bahçesine gidiyoruz. 3-9 yaş arası diyor ama napalım çocukluk bizim içimizde dedik, biz de çocuk olduk ve Keşif Bahçesi’nde çocuklar gibi eğlendik. Bazen çitlembik olduk bazen de takırdak ve bombus gibi ilginç arkadaşlar edindik J

Sadece çocuklar mı gülüp eğlenecek. Biz de onlarla birlikte değişik oyun araçlarında oynarız hatta diğer çocukları bile kovalarız J

Kaç değişik renk çiçek bilirsin? Biraz da renkleri öğrenelim dedik. Çiçekler arasında bulduk kendimizi. Çiçeklerin hepsi birbirinden renkli, hepsi birbirinden güzel. Renklerden kendini almak mümkün değil.

Nilüferler de unutulmamış ve nilüfer havuzunda yerlerini almışlar.


Bu kadar yeşilin olduğu yerde bir de suyun sesini arıyor insan ve çeşitli yerlerde çeşitli şekillerde de buluyoruz. Kimi yerde gölet biçiminde kimi yerde de akan dere olup karşımıza çıkıyor su kaynakları.
Yeşil, pembe, mor, sarı; çiçek böcek; çayır çimen hepsi birbirinden güzel. Botanik bahçede bunların yanında bir de çeşitli bölgelerden toprakların getirildiği kurak alanlar bölümü var. Kurak alanları görünce suyun değerini daha çok anlıyorum ama kurak alanların da bitkisi var tabi, çeşit çeşit kaktüsler.


Botanik bahçede o kadar güzel bir gün geçirdik ki bu gibi bir yere neden daha önce gelmedik diye hayıflandım kendi kendime. Bahçeyi o kadar gezmemize rağmen sanırım daha görmediğimiz adaları da var. Botanik bahçeyi detaylı incelemek için http://www.ngbb.gen.tr/ adresini ziyaret edip benim aktaramadıklarımı da inceleyin bence. Ve hatta yazı uğurlamak üzere olduğumuz son güneşli günlerde gidip görün mutlaka.

2 yıl önce bugün alyanslarımızı taktık

Bugün bizim nişanlandığımız gün.
2 yıl önce bugün alyanslarımızı bir daha çıkarmamak üzere taktık.

1 Ekim 2008’de,
Kızımız Ayşin oğlumuz Eray’a istendi,
Bizim kızımız sizin kızınız, sizin oğlunuz da bizim oğlumuz denerek ailelere birer kişi daha eklendi,
Bu mutluluğun üzerine kahveler içildi - Damada acı/tuzlu/sirkeli kahve geleneği atlanmadı,

Kırmızı kurdeleyle bağlı olan alyanslarımızı birbirimize taktık,
Ve bizi bağlayan kırmızı kurdele nişanın sembolü olarak kesildi,
Mutluluk gözlerimizden okunuyordu.

Cunda: Ayvalık adalarının en şirini


Cunda adası Ayvalıkta bulunan irili ufaklı adalar arasında yerleşim olan tek ada. Sahil kenarına yerleşmiş balıkçılar ve cafeler, yolu dik kesen ve hediyelik eşyaların yer aldığı ara sokaklar var Cunda’da. Bu şirin adaya bir akşam gitme fırsatı bulduk.

Sahil kenarına yerleşmiş balıkçılardan yükselen kahkahalar; herkesin kendini adanın büyüsüne kaptırdığı ve derdi tasayı unutup anın keyfini çıkardığının tanığı. İnsanlar bir yana balıklar bile rakıya doyumsuz burda J
Ara sokaklarda ise sevimli hediyelik eşyaların olduğu sergileri bulabilirsiniz. Cunda hatırası küçük hediyeliklerin hepsi birbirinden rengarenk ve albenili. Hangisine bakacağını şaşırıyor insan.

Cunda bence Ayvalık’ın en sıcak ve şirin adalarından birisi. Herkes de benim gibi düşünüyor olsa gerek ki gittiğimizde hareket ve kalabalık epey çoktu.


Akşam gitme fırsatı bulduğumuz Cunda’yı gündüz gözüyle görmek de başka keyifli olsa gerek. Birbirine benzeyen ama hepsinde farklı yaşantılar olan ara sokakları bir bir gezmek başka bir zamana inşallah…

Altınova: Midilli adasına karşı…

Tatil bitti diye düşünürken yine kendimize kısa zamanlar yaratıp mesafeye aldırmadan düştük Altınova yoluna. Altınova adından da anlaşılacağı gibi uçsuz bucaksız ovaların olduğu sakin dinlenme mekanı.

Karşı sahilinde boylu boyunca Midilli Adası uzanıyor. Sanki yüzerek gidebilirim hevesine kapılıyor insan bir an. Bu hevese kapılmasının bir nedeni de aslında taşlara kadar olan kısımda derinliğin yok denecek kadar az olması. Bu durum bayanların akşamüstüleri kuş gibi taşlara tüneyip sohbet etmelerine de olanak sağlıyor J



İskele Altınova’nın nispeten hareketli olan kısmı. İskeleden bakınca deniz pırıl pırıl…
Üzerinde çeşit çeşit isimler olan tekneler iskeleye park edilmiş öylece süzülüyor tertemiz suda.


Teknelerden biri bizim olsaydı keşke, adını ne koyardık acaba, oh be iyi ki geldik derken sayılı günler geçip gitti.